God's Own Country: Sevmeye ve sevilmeye açıl
Hislerimizi ifade edemediğimizde hırçınlaşıyoruz. "Ne saçmalamışım ya, ne gereksiz davranmışım" dediğimiz anılar biriktiriyoruz o zaman. "God's Own Country" filmi, duygusal tıkanıklıkları şefkatle ve şehvetle açan bir (beyimin dediğine göre Norveççedeki adıyla) "çiftçi romantizmi" hikâyesi.
İngiltere'nin kuzeyinde, Yorkshire'de bir çiftlik. Babası ve babaannesiyle birlikte yaşayan, selamı sabahı olmayan, atarlı bir genç. Arada bir pub'a gidip zil zurna sarhoş oluyor, tuvalette göt sikiyor, ne hayattan bir şey anlıyor, ne de kendinden. Sonra bir gün Romanyalı bir genç, çiftliğe çalışmaya geliyor. Kuzulara elinden gelenin fazlasını vermeye çalışan, yol yordam bilen, düzgün bir çocuk. İşte bu "çingen", zaman içinde ismi olan birine, bir sevgiliye dönüşüyor. Dahası, atarlı gencin kendini duymazlığına derman oluyor; onu büyütüyor, "adam ediyor".
İlk filmiyle Sundance'te en iyi yönetmen ödülü alan Francis Lee, Guardian'a verdiği röportajda "Yaptığım en zor şeyi düşündüm durdum, aşık olmayı" diyor. "Kendini nasıl da savunmasız bırakman, sevmeye ve sevilmeye açman gerektiğini."
"Aynı Brokeback Mountain ya" demek kolaya kaçmak olur. İki filmin görsel dili ve ele aldığı konular çok farklı. God's Own Country, çok daha sert bir film; ne doğayı, ne de sevişmeyi stilize ediyor. Ayrıca eşcinsellerin yasal haklara sahip olduğu bir zaman diliminde, bastırılmış duyguları anlatıyor ki bence filmin en güzel yanı da bu.
Gey kültürü, cinselliği güle oynaya kucaklarken kolileme sesleri arasında içsesine kulak kabartmayı unutabiliyor. Ne kadar çok seks yaparsa yapsın bir türlü rahatlayamayan, boşalamayan ama ne hissettiğini de bir türlü dile dökemeyen insanlar tanımadınız mı? Şöyle bir sarsılıp kendinizi dinleyebilmek için çok güzel bir olgunlaşma filmi God's Own Country.