"Oğlum, bize iki Adana" diil işte!

Şimdi biraz geçmişe gidip beyimle Oslo yolculuğumuzdan bir izlenimimi aktarmak istiyorum. Oslo pahalı ama paranızın karşılığını veren bir şehir. İnsanlar iyi kazanıyor çünkü Türkiye'de insanların çer çöp gözüyle bakıp burun kıvıracağı işlerin bile daha özenli yapılabileceğini, bir tık ötesini kotarmayı, "kalifiye" olmayı keşfetmişler. Haliyle aldığınız her hizmette o kalifiyeliği yaratan birikim için ödeme yapıyorsunuz.

Türkiye'de rastgele bir kebapçıya (e başka ne var?) gittiğinizde müşteriden çok garson dolanır etrafta. Kimi yoldan geçenlere bakar, kiminin zaten canı sıkkındır sizi güleryüzle karşılamaya hali mi kalmıştır, bir diğeri duvarların yeni süsü plazma ekrandaki maçından (derbi vardır, süper ligdir) gözlerini ayıramaz felan... İç açıcı bir manzara yoktur yani, onca garsonun olduğu yerde hizmetsiz beklersiniz bir müddet. Ya da marketler gelsin aklınıza, meyve sebze aldığınızda her bir ürünü tartan biri vardır. "Tartıcı"nın potansiyeli "maydanoza gerek yok"la "domatesleri hangi taraftan aldınız?" arasında heba olur.

Ben bunları kendine dert edinen biri olarak "daha farklı bir garson" hayaliyle giderim her mekâna. Kiminde garson bir hi bile demez, mekâna yabancı bir arkadaşınla gitsen üç beş kelime olsa dahi İngilizce konuşmaya dili dönmez (üniversite öğrencisi, hatta belki dersleri İngilizce ama yok işte, kader herhalde, başka nasıl açıklanabilir!) ya da menüde yazanlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Neyse efendim, tüm bu iç karartılarının karşısında yazıma ilham kaynağı olan garsona geleyim. Fjord adında şık bir restoranda rastladım ona. İsveçli garsonumuz, geldiğimiz andan beri asla yılışıklaşmadan ama esprisini de yapmaktan kaçınmayarak samimi bir iletişim kurdu bizimle. 3, 4, 5 ya da 6 tabaktan oluşan menülerden seçebildiğimiz bu mekânda her bir tabağa uygun bir şarap servis ediliyor. Garsonumuz her bir şarabın nereden geldiğini, özelliklerini, hangi yemekle daha iyi gittiğini tek tek anlattı. Ayrıca yemeklerimizi "sundu". Yemekte neler kullanılmış, neyine dikkat edilmeli (peynir tabağında örneğin soldan sağa, giderek artan yoğunlukta tada doğru ilerlememizi tavsiye etti) diye her şeyi açıkladı, yediğimizi içtiğimizi beğendik mi diye sürekli ilgilendi bizimle. "Hop, oğlum!" değildi yani ilişki, yemeğe ve mekâna dair bilgisiyle o bizim ev sahibimiz olmuştu, karşımızda ezilip büzülmüyordu. Yaptığı işe devam etmesi için patronunun "karısına, çoluğuna çocuğuna" acıması gerekmiyordu, donanımlı olduğu için zaten isteniyordu, havada karada kapılırdı. Böyle bir garsondan hizmet görmenin kendisi insanda yemeğe, mekâna ve tüm ayrıntılara karşı daha donanımlı olma sorumluluğu ve isteği yüklüyor.

Evet lüks bir mekânda durum böyleydi ama sıradan bir kafe-barda da aynı hizmeti bulduk. "Garson arkadaşım yemeği sundu mu?" diye yanımıza geldi hemen bir başka garson. Her şey eksiksizdi, gelenlerle sohbet edebiliyordu garsonlar, anlatacakları şeyler, yapacakları şakalar vardı. Her yerde aynı Adana kebap sunulmadığından neyin içinde ne var, bu nasıl yenir diye anlatılıyordu.

"Amaaan, hiçbir şey olamazsam garson olurum" diyen arkadaşlar, bunu bir yeniden düşünün. Her yerde maruz kaldığımız garsonlardan biri olup kendi değerinizi aşağıya çekmektense yaptığınız iş ne olursa olsun onu iyi bir standarda taşımak çok daha keyifli olmaz mı?

Meraklısına: http://restaurantfjord.no

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dillerden düşmeyen 12 Arapça ifade

Norveççe Öğrenmeye Nereden Başlamalı?

Norveç'in "ayıp" gençlik dizisi: Skam